Sivil toplum kuruluşları, sektör gönüllüler tarafından kurulmuş ve kar amacı gütmeyen organizasyonlardır. Temsil ettiği sektör için, üyeleri için, toplum ve devletler için sivil toplum kuruluşlarının önemli olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. İçinde bulunduğu sektörün tüm taraflarıyla bilinçlenmesi, birlik ve beraberlik içinde hareket etmesi için problemleri çözmek ve çözüm yolları üretmek açısından STK’ların gerekliliği tartişılmaz bir gerçektir.
Son yıllarda ülkemizde “Sivil Toplum Kuruluşları” deyimi çok sık kullanılmaktadır. Birleşmiş Milletler Teşkilatının da varlıklarını benimsediği, çalışmalarına izin verdiği, açıklamalarında sözünü ettiği Sivil Toplum Kurluşları, demokrasiler için vazgeçilmez kuruluşlar arasında kabul edilmektedir.
Sivil Toplum Kuruluşları; Sanayi odaları, ticaret odaları, birlikler yarı resmi örgütler olarak ta karşımıza çıkmaktadırlar. Sektörel lobi ve tanıtım faaliyetlerinde dernekler daha değerlidir. Çünkü, Avrupa Birliği, “sivil” olan bu yapıları daha fazla önemsemektedir.
Bu konuya örnek olması açısından, MAKFED Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Adnan Dalgakıran’ın 16 Ağustos 2016 tarihinde Dünya Gazetesinden Sayın İbrahim Ekinci’ye verdiği röportajından bir paragrafı paylaşmak istiyorum. “Avrupa Mühendislik Endüstrileri Derneği (1954) 1.8 trilyon euro cirolu bir yapı. Makine, elektrik/elektronik ve metal ana sektörlerinin tepe örgütü. 25 ülkeden 35 ulusal federasyon ile 8 sektörel federasyon var çatısı altında. 130 bin firmayı temsil ediyor. Sektörel politikaların belirlenmesinde, standart ve direktiflerin hazırlanmasında AB organlarının en önemli muhataplarından. Türkiye 8 yıl önce MAİB üzerinden üyelik başvurusu yaptı. ‘yarı resmi’ yapı diye kabul edilmedi. 4 yıl önce başka bir teşebbüs oldu, ‘gözlemci’ düzeyde kabul gördü. MAKFED kurulduktan sonra 22 Ocak’ta başvuru yapıldı ve kabul edildi.”
Avrupa Konseyinde kendilerine danışmanlık statüsü verilmiş 350 uluslararası sivil toplum kuruluşu bulunmaktadır. Bu kuruluşlar, danışmanlık statülerinin yanı sıra, benimsedikleri yaklaşımlar doğrultusunda devlet politikalarına da doğrudan müdahale etmektedirler.
1980’lerden bu yana, dünyadaki gelişime paralel olarak sivil toplumun Türkiye’de de geliştiğini görüyoruz. Bu süreç içinde, STK’ların toplum içinde yaygınlaştığını, sayılarının giderek arttığını, sivil toplumun öneminin artığını, sivil toplum söyleminin siyasi partiler, hatta devlet aktörleri tarafından sürekli kullanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda, STK’lar üzerine düşen görev ve sorumluluğu, bir komut beklemeden yerine getirmelidir. Temsil ettiği sektörün argümanlarını iyi tespit ederek, demokratik bir ortamda tartıştığı, problemlerini ve çözüm önerilerini; bir lobi faaliyeti düşüncesi ile ilgili kurum ve kuruluşlar ile paylaşmalıdır.
Öte yandan; bağış ve yardımlara bağımlı olan, bir tek yöneticiyle yönetilen, temsil ettiği sektör ile alakalı herhangi bir iktisadi teşebbüse sahip olmayan ve proje üretmeyen, STK’lar, idari ve mali açıdan sağlam bir yapı oluşturamamaktadırlar. Mali açıdan ortaya çıkan bu zayıf görüntü ise, STK’ların büyük çaplı faaliyetlere kalkışmasını da engellemektedir. Bu durumda ise maalesef, temsil gücü olmamaktadır.
STK’lar için diğer önemli bir konu da Rekabet Hukukudur. 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun, teşebbüsler arasındaki fiyat belirlenmesine dair anlaşmaların rekabeti kısıtlayıcı etkisini önlemek amacıyla birtakım düzenlemeler getirmektedir. Kanun’un 4. Maddesinde örnek olarak sayılan rekabeti sınırlayıcı anlaşma, uyumlu eylem ve kararlar arasında fiyat tespiti de bulunmaktadır. Fiyat tespiti, mal ve hizmetlerin alış veya satış fiyatlarının rakiplerce müştereken belirlenmesi, rakiplerden birinin fiyat artışı talebine diğerlerinin olumlu cevap vermesi ve fiyatlar hakkında düzenli bilgi alışverişini sağlayan eylemlerin yapılması gibi durumlarda ortaya çıkabilmektedir. Fiyat tespitinin mevcut olduğu durumlarda yasağı çiğneyen teşebbüslere Kanun ve ilgili yönetmelikler kapsamında Rekabet Kurulu tarafından idari para cezası verilmektedir. (Yağmur TURAN – A R T I C L E T T E R / WIN T ER 2 0 1 7)
STK’ların eylemlerinde “Rekabet Hukukunu” karşılarına alacakları eylem ve faaliyetlerden kaçınmaları gerekmektedir. Yapmaları gereken, temsil ettikleri sektörün dinamkilerini belirlemek, güçlü ve zayıf yönlerini tespit etmek, anket çalışması yaparak problemleri tespit etmek olmalıdır. Sonrasında ise oluşturulacak bir stratejik eylem planı ile öncelikleri belirleyerek, adım adım ilerlemektir. En önemlisi ise bu işi sabırla yürütmektir.
STK’lar temsil ettikleri sektörün anayasasını bu şekilde oluşturmalıdır ve bunu mutlaka kamu ile de paylaşmalıdır. İşte o zaman DEVLET – STK işbirlikteliği güç kazanabilir. Bunun sonucu olarakta, fiyat politikası gibi “kısır kavramlar” üzerinden vakit kaybedici söylemler yerine, STK’lar kurumsal bir temsil gücü oluşturmanın gayreti içerisinde olacaklardır.
STK’ların gelişmiş olduğu Batılı refah ülkelerinde, canlanmanın temelinde Devlet–STK isbirliği bulunmaktadır. Ülkemizde de STK’ların gelişimi açısından ümitvarız. Ülke ekonomimizin giderek güçlenmesi, imalatın gelişmesi, AB üyeliği sürecinin varlığı ve coğrafik konumumuz v.b nedenlerle, hem devlet hem de halk nezdinde sivil toplum kuruluşlarının kabullenilmesi giderek artmaktadır.
Abdullah TUNCER
Platformder Genel Sekreter Yardımcısı